“En sessiz insanlar, en derinleri anlatır aslında. Ama duymayı bilen kulaklara…”
Kimi zaman bir mahallenin ortasında yükselen duvarlar gibi oluruz; görünürüz ama geçilmeziz.
İçimize ördüğümüz tuğlalar, yıllar boyunca yaşadıklarımızın, gördüklerimizin, duyduklarımızın ve en çok da duymadıklarımızın birikimidir.
İnsan, yaş aldıkça değil; sessizleştikçe büyür.
Belki de en çok orada, suskunluklarımızda gizlidir hakikatin yankısı.
Toplumda artık pek konuşulmayan ama herkesin yaşadığı bir şey var: içe kapanmak.
Ne vakit kalabalıklarda yalnız hissetmeye başlarsak, işte o zaman başlar içe doğru yürüyüşümüz.
Sessizliğin en ağır yüküyle…
Oysa biz böyle yaratılmadık. Fıtratımızda anlatmak, paylaşmak, dayanışmak vardı.
Şimdi ne oldu da bir duvar kadar sessiz, bir taş kadar tepkisiz hale geldik?
Şehir büyüdü, sokaklar daraldı, sesler çoğaldı ama kelimeler anlamını yitirdi.
Konuşmalar arttı, ama dertleşmeler bitti.
Kalpler kırılmaya alıştı, insanlar unutulmaya razı oldu.
En son ne zaman biri gerçekten seni dinledi?
Sadece sustu ve seni duydu?
İşte mesele burada başlıyor.
Toplumsal yalnızlık; bireyin sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da izole hale gelmesidir.
Ve bu, modern çağın en tehlikeli salgınıdır.
Ruhun yavaş yavaş çürüdüğü bir içe kapanma süreci.
Kimse bağırmıyor, ama herkes susarak feryat ediyor.
Bu yazıyı bir hatırlatma olarak gör.
Belki bir dostunu ararsın, bir komşuna selam verirsin, belki de kendi içine dönüp, en son ne zaman kendinle konuştuğunu hatırlarsın.
Çünkü konuşmayan duvarların arasında çürür insan.
Ve unutma: Konuşmak bir ihtiyaç değil, bir direniştir.
“Bir ses, bir selam; bazen en büyük iyiliktir.”