“Gülmek, ruhun gözyaşıdır; bazen neşeyle, bazen çaresizlikle akar.”
Eskiden sokak aralarından yankılanan çocuk kahkahaları, mahalle dedikodularının arasına serpiştirilen gülümsemeler olurdu.
Şimdi gülmek, bir 'story'e saklanan, emojiyle temsil edilen bir ifade haline geldi.
Peki ama ne oldu da gülmek, unuttuğumuz bir dil gibi uzaklaştı bizden?
Kahkaha Ne Zaman Lüks Oldu?
Günümüz dünyasında gülmek bazen bir lüks, bazen bir suç ortaklığı gibi algılanıyor.
Sosyal medya dünyasında insanlar 'mutlu' görünmek için gülüyor ama içten mi, o belli değil.
Kalabalıklar içinde yalnızlaşan birey, artık gülüşünü dahi planlıyor: filtresiz olmaz, mizahsız olmaz, fon müziksiz hiç olmaz...
Gülmenin Hafızası
Hatırlar mısınız? Anneannemiz dizinin dibinde “Gülme komşuna, gelir başına” derdi.
Oysa komşusuna gülmenin bir zararı yoktu. Asıl zarar, içten gelen gülüşü saklamaktaydı.
Çünkü insan gülmediğinde öfkesi birikir, içi küser.
Bir çocuk düşünün; yere düşer, canı yanar ama annesi ‘öpüp geçti mi’ derken çocuğun yüzüne bir gülümseme kondurur.
İşte o küçük tebessüm, bazen bir ilacın yapamayacağı kadar büyük bir iyileşme başlatır.
Gülmek, Bir Başkaldırıdır
Düşünelim: Gülmek bazen umuttur, bazen de protestodur.
Nazım Hikmet zindanda gülerek yazdı şiirlerini.
Aziz Nesin mizahla kafa tuttu karanlığa.
Gülmek, her şey yolundaymış gibi yapmak değil; her şey darmadağınken bile umudu korumaktır.
“Güldüğün kadar varsın, sustuğun kadar yaralısın.”